Abdal Musa Tekkesi

Eylül 10, 2006




Kurtla Köpek

Haziran 25, 2006

Ana Sayfa

...
Ahbaplığa dökmüş , biraz da pöh pöhlemiş:
-İyi ense yapmışsınız maşallah! Demiş.
-Sizin de elinizde bayım, demiş köpek,
Benim gibi beslenmek.
Bırakın şu ormanları , beni dinleyin.
Yaşamak değil bu sizlerinki.
Hep böyle sefil, perişan, serseri,
Açlıktan ölmek hepinizin kaderi.
Nedir bu canım,
Ne rahat uyku, ne rahat lokma,
Herşeyiniz can pahasına.
Gelin benimle de dünya varmış deyin.
Kurt sormuş:
-Orda işim ne olacak benim?
-Hiç canım, demiş Çomar,işten değil:
Fakir fukaraya saldırmak,
Evin adamına kuyruk sallamak,
Efendine hoş görünmek, hepsi bu kadar.
Buna karşı yağlı gündelik;
Bütün artıklar senin:
Tavuk kemiği mi istersin,
Güvercin, bıldırcın kemiği mi istersin!
Üstelik sırtın okşanır sabah akşam.
Kurdun ağzı kulaklarına varmış
Gözleri dolmuş sevinçten.
Tutmuş yolu giderlerken
Kurt, köpeğin boynunda bir iz görmüş çepeçevre.
-Bu da nesi? Demiş.
-Hiiç, demiş köpek.
-Hiç ama ne?
-Değmez söylemeye, nenize gerek?
-Söyleyin canım, merak ettim.
-Tasmanın yeri olacak;
Hani bağlıyorlar ya arada bir...
-Ne? Bağlıyorlar mı? Demiş kurt;
Öyleyse her istediğiniz yere gitmek yok!
-Her zaman yok, ama ne çıkar bundan?
-Ne mi çıkar? Bundan çıkar ne çıkarsa!
Sizin olsun eti de, kemiği de;
Dünyaları verseler, yokum bu işte.
Böyle demiş kurt çelebi, der demez de çekip gitmiş.
Gidiş o gidiş.
La Fontaine
Çev:Sabahattin Eyuboğlu

Ölüm Sevgisi ve Yaşam Sevgisi

Haziran 17, 2006

'' Yaşam sevgisinin gelişmesi için gerekli koşullar:
1.Bebeklikte başkalarıyla sıcak ve şefkat dolu ilişkiler.
2.Özgürlüğü tadma.
3.Tehditlerden uzak olma.
4.İçte uyum ve güç yaratan ilkelerin, örgütlerle değilde örneklerle öğretilmesi.
5.Yaşama sanatını öğretecek bir önder.
6.Başkalarının yarattığı uyandırıcı etkiyle buna gösterilen canlı tepki; sonra gerçekten ilginç bir yaşam biçimi.

Ölüm sevgisini geliştiren faktörler:
1.Ölümü seven insanların arasında yetişmek.
2.Uyarılardan yoksun olmak.
3.Korku duymak.
4.Yaşamı tekdüze sıkıcı kılan koşullar.
5.İnsanlar arasında ,insanca belirlenen ilişkilerin yerine , mekanik bir düzenin bulunması.

Kaynak:Erich Frommm/Sevgi ve Şiddetin Kaynağı/Payel Yayınları.

Atinalı Timon

Haziran 11, 2006



Oyunu Adı: Atinalı Timon
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu


TIMON – Sevgili dostlarım, oturmaz mısınız? (...) Herkes sevgilisini öpmeye koşar gibi geçsin yerine. Hepiniz tıpatıp aynı şeyi yiyeceksiniz. Resmi bir ziyafetteymiş gibi yer seçmekle oyalanıp yemeği soğutmayın. Oturun, oturun! Ama tanrılara şükran borcumuzu ödeyelim önce.
Ey yüce koruyucularımız; bu topluluğumuzdaki yüreklere şükran duyguları serpin. Çünkü sizler, bizlere verdiklerinizle yücelttiniz kendinizi, ama varınızı yoğunuzu da vermeyin, yoksa tanrılığınız hor görülür. Herkese yetecek kadar verin ki, kimse kimseye muhtaç olmasın. Çünkü siz tanrılar, insanlardan borç istemek zorunda kalsanız gözlerinden düşersiniz. Yiyecekleri yemeği yedirenden daha çok sevdirin insanları. Yirmi kişilik bir toplantıda bir o kadar da alçak bulunsun her zaman. Bir sofraya oturan on iki kadının bir düzinesi o bildiğiniz soydan olsun! Ey tanrılar, ne kadar lanetiniz daha kaldıysa yağdırın Atina'nın senatörleri ve aşağılık çirkef sürüleri üstüne! İçlerindeki çamura boğun onları! Buradaki dostlarıma gelince, hiçe saydığım için hepsini, hiçlik dilerim hepsine sizden, buyursun hiç yesinler!
Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın!
(...)
Dilerim görüp göreceğiniz en iyi ziyafet olsun bu!
Sizi gidi ağız dostları sizi!
Duman ve ılık su; tam sizin şanınıza layık işte.
Timon'un son yemeği budur size.
Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon
Üstüne pul pul yapışan dalkavukluğunuzdan;
Savuruyor işte böyle suratınıza
Vıcık vıcık alçaklığınızı.
Herkesin lanetleriyle yaşayın, uzun uzun hem de;
Sizi sırıtkan, yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi!
Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri!
Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar, kalleş kuklalar!
Bütün insan ve hayvan hastalıklarına tutulasıcalar!
Ne o? Kaçıyor musun? Dur biraz; ilacını iç de öyle git!
Sen de! Sen de! Dur, para vereceğim, borç istemeyeceğim.
Ne o? Kaçış mı hep birden? Bundan sonra
Alçakları çağırmadan kurulmasın hiçbir sofra.
Yansın konağım! Atina yerin dibine batsın!
Bundan böyle Timon'un yüreğinde yeri olmasın
İnsanların, hiçbir insanın!

İmpovize Bir Sanatçı

Mayıs 31, 2006

Erol PARLAK /Sanatçı-araştırmacı
Bir ses ustası olarak da daha onun seviyesinde bir ses icracısı yok. Okuduğu her türkünün ruhuna inen, bir müzik cümlesinde üç-dört farklı ton kullanılabilen, müzik cümlesinin zorluğu ne derece olursa olsun hiçbir şekilde ses kaymalarının görülmediği tek insan.
Neşet Ertaş bir türküyü sesiyle, sazıyla, sözleriyle ve ezgisel yapılarıyla bir bütün olarak ele alıp adeta bir ses mühendisi gibi en ince noktasına kadar irdeleyen, bunların içindeki aksayan yönlerini giderebilen ve kendi yorumunda çok içten, çok sıcak ve duygulu ifade edebilme başarısını gösterebilen ender bir yorumcudur. Yöresinin kendinden evvelki bütün ezgilerini bu anlamda ele almış ve onları yeni baştan inşa etmiştir. Kenarda köşede kalmış küçük ezgileri bile Neşet Ertaş görkemli türkülere dönüştürmüştür. Bir türkü yakıcısı olarak da Neşet Ertaş, geleneği, Anadolu edebiyatını, arı Türkmen dilinin tüm inceliklerini ve halkın duygularını çok iyi tanıması nedeniyle yeni üretimlerde de çok büyük mesafeler kaydeden bir türkü yakıcısıdır. Sanatsal halk müziğinin yeni yeni geliştiği ülkemizde, bugünkü virtüözlerin hepsi yöresel müzik yaparken, Neşet Ertaş sanatsal halk müziğine 40 yıl önce geçmiştir.
Bkzkaynak

Kürtlük Üzerine Çeşitlemeler

Mayıs 28, 2006


Ayşe Hür
...
Ancak bunlar hiçbir şey değilmiş, çünkü web sayfasında Mustafa Kemal, Che Guevera ve Deniz Gezmiş'in resimlerini yanyana dizmiş olan Türk Solu dergisinde yayınlanan, "Safları sıklaştırın çocuklar, uzaktan duyduğunuz çakalların ulumasıdır", "Türk oğlu Türk kızı Türklüğünü koru", "Kürt varsa sorun var", "Kürt sorunu yok, Kürt istilası var" başlıklı yazılarda Kürtlere karşı öyle bir nefret dili kullanıldı ve buna o kadar az tepki verildi ki şaşmamak mümkün değil. Aynı derginin yazarlarından "deprem uzmanı" Dr. Şener Üşümezsoy ise Ocak ayında kaleme aldığı "Kürtlerin 'kim'liği üzerine" başlıklı yazısında, bir vadideki Kürdün diğerini anlamadığını, Kürtçe diye bir dilin olmadığını, Kürtlerin lehçeleri arasındaki farklılıkların Fransızca-Latince veya İngilizce kadar farklı olduklarını, bu nedenle böyle bir etnisiteden bahsetmenin gereksizliğini, Kürtleri Avrupalıların bulduğunu falan yazıyor. Böylece aynı yayın organından hem Kürt diye bir şeyin olduğunu ve de bizi ham yapmak üzere olduğunu, hem de Kürt diye bir şey olmadığını, bunun tamamen hayal ürünü olduğunu öğreniyoruz. Kardu? Ama bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü Cumhuriyet tarihimizde, bu iki fikir arasında sarkaç gibi gidip gelmemizin örneği çok. Kürtler Milli Mücade'ye katıldı mı, katılmadı mı sorusu ile başlayan sorgulama, Cumhuriyet'in ilerleyen dönemlerinde, ortada Kürt diye bir şey olmadığına kadar varmıştı. 1930'larda, dünyadaki her dilin Türkçe'den doğduğunu iddia eden 'Güneş Dil Teorisi' ve dünyadaki her uygarlığın Türklerin eseri olduğunu ileri süren 'Türk Tarih Tezi' derken, Kürt halkına önce Kardu, Haldi gibi pek tanımadığımız kökenler yakıştırıldı, sonra Gürcülerle akrabadır, İran kökenlidir, Arap kökenlidir denildi. Ama 1930'lara gelindiğinde Kürtlerin Orta Asya'dan Hunlarla gelen bir Türk kavmi olduğunda hemfikir olunuverdi. Hatta, 1936'de Dersim Valisi Abdullah Alpdoğan Paşa, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın başkanlığındaki bir toplantıda "Kürtlerin özünde dağ Türkleri olduğunu" söyleyerek konuya iyice açıklık getirdi. Bu konuda kendisine destek, Kürt asıllı M. Şerif Fırat'tan geldi. Fırat, Varto İlleri Tarihi adlı kitabında "Kurmanci ve Zazaca konuşan ve Kürt denilen eski Türk ve Türkmen aşiretlerinin torunlarının gerçekte 'dağ Türkleri' olduğunu" bilimsel (!) olarak açıklamıştı. Kürt İl Han'ı Alp Urungu Peki, Alpdoğan Paşa, Kürtler dağ Türkleri'dir dediğinde 1721'de Sibirya'daki Uybat Nehri civarında keşfedilen Yenisey Yazıtları'ndan haberdar mıydı acaba? Bu bizim için önemli çünkü, 8.-11. yy arasında bir döneme tarihlenen ve çoğu Kırgız erkekleri için yazılmış ağıtları içeren Yenisey Yazıtları'nın en büyüğü olan Elegeş Yazıtı'nın bir yerinde, dilbilimci ve Türkçü Hüseyin Namık Orkun'a göre şöyle deniyordu: "Kürt İl Han'ı, Alp Urungu. Altunlu okluğum belimde, henüz 39 yaşında. Ne umar! Kağan'ıma doymadım, İl'ime doymadım, Sizlere doymadım. Öldüm..." Orkun'un 1936'da yaptığı bu okuma zamanla ideolojik bir cephaneye dönüştü, nihayet günümüzde yüzlerce Türkçü sitede, "Türklerle Kürtler aynı ırktan geliyor" önermesinin kanıtı olarak kullanılıyor. Dahası var; Orkun'a göre Kürt sözcüğü Türkçe'deki çığ ve kar yığını anlamlarına gelmekteydi. Bu etimolojik saptama ile Türkiye'de yıllarca bir şaka gibi dillerde dolaşan "Kürtler karda yürüdükleri için kart kurt sesi çıkaran Türklerdir" saptamasının akrabalığı ise manidar. Halbuki, 1995 yılında aynı yazıtın söz konusu satırlarını, Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük Türkolog Prof. Dr. Talat Tekin şöyle okudu: "Ben; Körtle Han Alp Urungu! Sekiz dokuzdu ki yaşım, Altınlı okluğumu belime bağladım. Erdemli olduğu için Bey babam, Urungu Külüg Tok Bögü Terken'e baş oldum, İktidara eriştim." Diğer kelimeleri bir yana bırakırsak, Orkun'a göre "Kürt" olan sözcük Tekin'e göre "Körtle" olup "güzel" anlamına geliyordu. Üstelik bu kelime, bizim milliyetçi ideologların sözünü etmediği İkinci Elegeş Yazıtı'nda da "güzel" anlamında kullanılmıştı. Peki nasıl olmuştu da yıllarca körtle'yi Kürt diye bilmiştik? Bazılarının buna cevabı şu: 1944'de açılan Turancılar davasının da sanığı olan Hüseyin Namık Orkun tarafından yapılan yanlış okuma, PKK terörüne ve Kürtlerin bağımsızlık taleplerine karşı yürütülen propaganda savaşının bir parçası olarak 1980'lerin sonlarında özel olarak dolaşıma sokulmuştu! İnsanın inanası gelmiyor, bu denli önemli bir meseleyi çözmek için bir sözcükten medet umanlar olduğuna... Keşanlı Ali Destanı Peki, birileri Yenisey Yazıtı'ndaki körtle'yi Kürt yaparken, Türkiye'de kaç namuslu yazar Kürt yerine, Türk ya da Türkmen demek zorunda kaldı acaba? Dersim Kürt isyanlarını anlatan 'Memo' ve 'Cemo'nun yazarı Kemal Bilbaşar bu romanlarda olan biteni bir güzel anlatır, ama şöyle rahatça Kürt diyemez. Edebiyattaki gizli sansürün en ilginç örneği 1960'lı yılların kült tiyatro eseri 'Keşanlı Ali Destanı'dır. Hem yazarı Haldun Taner'in tiyatro yazarlığında hem de Türk epik tiyatrosunda çok önemli bir yere sahip olan bu eser, mekânı, konusu, karakterleri ve diliyle tam bir Kürt hikâyesi olduğu halde, gizli bir Türkleştirme operasyonuna uğrar ve seyircilerin karşısına Trakya'nın güzel kasabası Keşan'ın destanı olarak çıkıverir. Rahmetli gazeteci Mehmed Kemal (Kurşunlu), Mayıs 1982'de Cumhuriyet'te yayımlanan "Türkiye'nin Kalbi Ankara" konulu yazı dizisinin bir bölümünde Kürt bağlantısını şöyle anlatır: "Kürt Cemali, Altındağ ve Atıfbey'de çok sevildiğinden tutuluyor, ağıtlar yakılıyor. O günlerin akşam gazeteleri Cemali'nin öldürülüşünü ballandıra ballandıra yazıyorlar. Öyle ki Haldun Taner'in dikkatini çekiyor. Bir gün Haldun Taner bana çıkageldi. Şu Kürt Cemali nerelerde geçti, aslı ne öğrenmek istiyorum' dedi. Haldun'u Altındağ ve Atıfbey'in çocukları avukat Şefik Günder ve Tahsin Yaman'la tanıştırdık. Öğrendi, inceledi, bu olaydan Keşanlı Ali Destanı doğdu." Mehmed Kemal'in açıklamalarından sonra gerçeği açıklamak zorunda kalan Haldun Taner ise, 1984'te eserinin 4. basımına yazdığı Önsöz'de hikâyenin Altındağ kısmını doğruladıktan sonra şöyle diyor: "Konu ne kadar bizdense, oyunun üslubu da o kadar bizden olsun istiyordum." Böylece Türkleştirme operasyonunun nedeni öğreniyoruz: Yazar hikâyenin bizden olmasını istemiştir. Bizden olması için de, kırk yıllık Altındağlı Kürt Cemali'nin Keşanlı Ali'ye döndürülmesi gerekmiştir! Bırakın böyle popüler bir oyunda, kütüphane raflarında sessizce meraklısını bekleyen onlarca sözlük ve ansiklopedide de Kürt sözcüğünü bulmakta güçlük çekersiniz. Pek çok sözlükte Kür sözcüğünden Kürdan sözcüğüne geçilir. Kürd deme cesaretini gösterenler sizi Kürt sözcüğüne yönlendirir ama oraya gelince Kürt sözcüğünü (ve elbette Kürtçe'yi) bulamazsınız. Bu konuda laf etmeyi göze alanlar ise lafı dolandırıp dururlar.
Örneğin 1971'de Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan Türkçe Sözlük'te, Kürt maddesinde şunlar yazılmış: "Soyca Türk olup, dillerini değiştirerek bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak ve İran'da yaşayan bir topluluk adı ve topluluktan olan kimse." Ali Püsküllüoğlu'nun Türkçe Sözlüğü'nün 2004 baskısında bile "Ön Asya'da birkaç ülkede o ülkelerin yurttaşı olarak yaşayan bir toplum ve topluluktan olan kimse"den başka bilgi almak mümkün değil. (Bunlarda Türk ve Türkçe maddelerinin en az 1,5 sütun olduğunu ekleyelim.) Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat'ında "Kürdi" maddesi ise şöyle başlıyor: "Türk müziğinin üç numaralı basit makamı..." Fakat artık görmezden gelmeyi mumla arayacağımız bir döneme girdik. Evet artık Kürtlerle Türkler aynı soydan gelirler diyenler pek yok. Aksine, herkes Kürtlerin varlığının da, Türklerden farklı olduğunun da farkında. Ama bu "fark", giderek artan sayıda Türk için ne yazık ki herhangi bir olumluluk içermiyor. Hele, Türk Solu, Digi Medya, Heddam, Hakimiyeti Milliye gibi nefret kusan siteler, Kürtlerin Türklerden ne kadar aşağı, kötü, geri, tehlikeli olduğunu insanların beynine nakşetmek için sistematik bir çaba harcıyorlar. Kürt adını onların üslubunca anmayanlara da ağır tehditler savuruyorlar. Bakalım bu düşmanlık tohumlarının hasadını kimler, ne zaman ve nasıl alacak? Bakalım bu tehlikeli gidişin sonu nereye varacak?

Kaynak(bkz)