Çünkü okulda sevgiyle öğrendiğim bir başka şey de bir “otorite” olarak öğretmenin iktidarıydı. Pamuk Apartmanı’ndaki aile kalabalığının dağınık ve parçalı bir hali vardı, kalabalık yemeklerde her kafadan bir ses çıkardı. Aile birbirine sevgi, alışkanlık ve yemek saatleri gibi kimsenin tartışmadığı kurallarla sanki kendiliğinden bağlanmıştı. Evde babam bir otorite ve iktidar merkezi gibi değildi hiç, az gözükür, arada bir kaybolurdu. Daha önemlisi, ağabeyimle beni hiç mi hiç azarlamaz, beğenmediği bir şey yaparsak kaşlarını bile çatmazdı. Daha sonraki yıllarda arkadaşlarına bizi tanıştırırken söylediği “Bunlar da benim iki küçük kardeşim” sözünü babam gerçekten hak ediyordu. Bu yüzden evde “otorite” olarak yalnızca annemi tanımıştım. Ama onun benim üzerimdeki gücü de benim dışımda, yabancı bir “iktidar merkezi” olmaktan çok benim tarafımdan gelen sevilme, okşanma ve beğenilme isteğinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden öğretmenin yirmi beş kişilik sınıf üzerindeki gücü beni ilgilendirdi.Belki de onunla annemi biraz özdeşleştirdiğim için, içimde öğretmenden onay almak için bitip tükenmez bir istek vardı. Yalnız her soruya cevap vermek istemez, ödevlerimi iyi yapmak, öğretmen tarafından sevilmek, farklı ve akıllı gözükmek de isterdim. “Ellerinizi böyle kavuşturarak konuşmadan oturun,” derdi öğretmen ve bütün ders ellerimi göğsümün üzerine kavuşturur, sabırla otururdum. Ama yavaş yavaş her soruya cevap yetiştirmenin, bir aritmetik problemini herkesten önce çözmenin ya da en iyi notları almanın zevkleri solmaya, derslerde vakti hiç geçmemeye, zaman bazan inanılmaz bir yavaşlıkla akmaya başladı.
Gözlerimi tahtada birşeyler yazmaya çalışan yarım akıllı, şişman bir öğrenciden, ya da öğretmen, öğrenci, hademe bütün dünyaya aynı iyimser ve iyi niyetli, güleç ve sağlıklı bakışlarla bakan kızdan ayırır, pencereden dışarıya, apartmanlar arasında gözüken bir kestane ağacının üst dallarına çevirirdim. Dala bir güvercin konardı. Dikkatle seyrederdim. Gövdesini alttan gördüğüm güvercinle dalın arkasında tek bir bulut hem şekil hem de yer değiştirirdi. Pencereden gördüğüm bulutu bir tilkinin burnuna, kafasına, sonra bir köpeğe benzetirdim. Artık köpek şekil değiştirmesin, bulut köpek olarak yoluna devam etsin isterdim, ama biraz sonra bulut babaannemin büfesinin hiç açılmayan vitrinindeki ayaklı gümüş şekerliklerden birine dönüşürdü ve ben evde olmak isterdim. Evin gölgeler içindeki sessizliği, güven verici hali aklıma takılmışken, birden o gölgeler içinden, tıpkı bir rüyadaki gibi babam belirir, pazar günü hep birlikte arabayla Boğaz gezintisine çıkardık. Derken karşı apartmanın penceresi açılır, bir hizmetçi elindeki toz bezini silkeler, sonra o da benim gibi dalgınlıkla oturduğum yerden göremediğim sokağı seyrederdi. Acaba sokakta ne vardı? Parke taşlarının üzerinde ilerleyen bir at arabasının sesini duyar, kısık sesiyle bağıran “eskiciiii”yi işitirdim. Sokağı seyreden hizmetçi, bakışlarıyla eskiciyi izledikten sonra çekilir, onun kapadığı pencerenin yanında deminki bulutun hızında ama ters yöne giden başka bir bulut görürdüm. Yan pencerede de yansıyan bulut yoluna devam ederken acaba bu deminki tilki-köpek-şekerlik bulut olmasın diye sorardım kendime. Tam bu sırada sınıfta bir hareket olur, kalkan parmaklar görünce öğretmenin sorusunu işitmememe rağmen telaşla ben de parmağımı kaldırır ve doğru cevabı bildiğimden çok emin bir pozla beklerdim. Öteki öğrencilerini cevaplarından öğretmenin sorusunun henüz ne olduğunu çıkaramadığım o ilk anlarda bile, hayaller içindeki aklımda cevabı çok iyi bildiğime ilişkin boş bir inanç belirirdi.
Yıllar boyunca ikişer ikişer sıralarında oturduğumuz sınıfları eğlenceli bir yer yapan şey derslerde öğrendiklerimle, öğretmenden aldığım onaylardan çok, sınıf arkadaşlarımı tek tek tanıma zevki, onların benden ne kadar değişik olduklarını biraz hayret, biraz hayranlık, birazcık da acımayla görmekti. Türkçe dersinde birşeyler okurken, satır bitince, bir alttaki satırdan değil de iki alttaki satırdan okumaya devam eden ve bütün dikkatine rağmen sınıfın güldüğü yanlışını bir türlü düzeltemeyen o kederli çocuk vardı mesela. İlkokul birde, bir süre yanımda oturan, uzun kırmızı saçları at kuyruğu yapılmış kız vardı. Çantasının içi ısırılmış elmalar, simitler, dökülmüş susamlar, kalemler, saç bantları ile karmakarışık ve pasaklıydı ama ondan ve çantadan çıkan hoş bir lavanta kokusu, beni ona bağlar, her şeyi adlı adınca söyleyerek, cesaretle anlatabilmesine hayran olur, hafta sonları onu görmezsem özlerdim. Bir çocuğun kafası babaannemin dediği cinsten tam taskafaydı, bir başka ufak tefek, küçük kızın kırılganlığı ve narinliği beni büyüler, bir üçüncüsünün evinde olup biten her şeyi hiçbir şey saklamadan anlatıvermesine şaşar, kendi kendime nasıl böyle oluyor diye sorardım. Nasıl oluyor da bu kız Atatürk şiiri okurken gerçekten ağlıyor, öteki herkesin anlayacağını bile bile yalan söyleyebiliyor, bu üçüncünün çantası, defteri, önlüğü, saçları, sözleri, her şeyi bu kadar derli toplu olabiliyor? Tıpkı sokaklardaki marka marka arabanın lambalar, tampon, ön kaput ve pencerelerinden oluşan burnunu aklım kendiliğinden bir şeye benzettiği gibi, sınıftaki pek çok çocuğu da bir şeye benzetirdim: mesela şu sivri burunluyu tilkiye, iri yarıyı herkesin zaten dediği gibi ayıya, dik saçlıyı kirpiye. Mari adlı bir Yahudi kızın uzun uzun hamursuz bayramından söz ettiğini, bazı günlerde babaannesinin evdeki elektrik düğmelerine bile dokunmadığını anlattığını hatırlıyorum. Başka bir kız da, bir akşam odasındayken hızla arkasına dönünce bir meleğin gölgesini gördüğünü söylemiş, bu aklımda korkuyla yer etmişti. Upuzun bacaklarına upuzun çoraplar giyen ve her zaman ağlayacakmış gibi duran kızın bakan olan babası Başbakan Adnan Menderes’in elini kolunu sallayarak çıktığı uçak kazasında ölünce, kızın babası ölmeden de olacakları bilip ağladığını sandım. Pek çok çocuğun benim gibi, dişleriyle bir derdi vardı, bazıları diş teli takıyordu. Lise öğrencilerinin yatakhanelerinin ve spor salonunun olduğu yan binanın üst katlarında bir yerde, revirin yanında bir dişçi olduğu söyleniyordu, öğretmen öfkelenince yaramazlık edeni oraya yollamakla tehdit ederdi. Daha küçük bir ceza, kara tahtanın asıldığı duvarla kapı arasındaki köşede, sınıfa sırtını dönüp ayakta durmaktı. Bu bazan “tek ayak” cezasına da dönüşür, ama bütün sınıf dersi değil, ceza alan öğrencinin tek ayak üzerinde ne kadar durabileceğini izlediği için uygulanmazdı. Tek ayak üzerinde durmasa da, köşeye sürülen haydutlar, çöp tenekesine tükürmek, öğretmene çaktırmadan sınıfa kaş-göz işareti yapmak gibi bende hayranlıktan çok kıskançlık ve öfke uyandıran şeyler yapardı.
Tembellerin, haydutların, aptalların ve arsızların öğretmen tarafından azarlanması, cezalandırılması, hırpalanması, dövülmesi daha sonra dergilerden edinip, içtenlikle inanacağım cemaat ve dayanışma ruhuna rağmen bazan beni mutlu ederdi. Herkesle son derece senli benli, girgin bir kız vardı mesela, okula şoförlü bir arabayla gelir, öğretmenin ondan her istediğinde gayet memnun tahtaya kalkar, kırıtarak “Jingle bells, jingle bells, jingle all the bells” diye İngilizce bir şarkı söylemeye başlardı. Öğretmenle arasının bu kadar iyi olmasına rağmen ödevlerini ısrarla yapmadığı için aşağılanmasına, itilip kakılmasına tanık olmaktan sıkılmazdım. Ödevini yapmadığı halde, yapmış da, şimdi defterin sayfaları arasında bir türlü bulamıyormuş pozuna, öğretmen bunu hiç yutmadığı halde, her ödev kontrolünde, birkaç kişinin neden başvurduğunu hiç anlayamazdım. Bir anlık telaştan ve korkaklıktan, “Şimdi bulamıyorum öğretmenim!” demek cezayı yalnızca birkaç saniye geciktirir, ama tokadın ya da kulak çekmenin şiddetini daha da artırırdı. Osmanlı okullarında atılan dayaklar, hocanın oturduğu yerden öğrenciye indirdiği uzun değnek, Ahmet Rasim’in Falaka ve Gecelerim’deki çocukluk ve okul anılarındaki falaka, daha sonraki yıllarda ders kitaplarında Cumhuriyet ve Atatürk öncesinde kalmış kötülükler gibi sunulurdu bize. Ama zengin Nişantaşı’ndaki paralı özel Işık Lisesi’nde bile, modernleşme denen yeniliklerin bir kısmının güçsüzlere uygulanan baskının yenileşmesi demek olduğunu, artık falaka ya da değnek yerine, kenarlarına ince ve sert bir mika parçası geçirilmiş Fransız malı cetveller kullanan Osmanlı’dan kalma ihtiyar ve aksi hocalar sezerlerdi sanırım.
Ödevini inatla yapmayan, yaramazlığıyla hocanın sabrını taşıran bir öğrenci teşhir edilmek için herkesin önüne çıkarılıp o içler acısı dayak ve aşağılama dakikaları başladığında kalbim hızlanır, kafam karışırdı. Yaşımız büyüyüp tatlı ve annemsi kadın öğretmenlerden, jimnastik hocası, din hocası, müzik öğretmeni gibi hayattan bezmiş, öfkeli, yaşlı erkek öğretmenlerin eline düştükçe sıklaşan bu dayakları, önce sıkıcı dersin ortasında seyirlik birkaç dakika diye memnuniyetle karşılardım. Öğrenci, süt dökmüş kedi gibi önüne bakıp suçunu itiraf edip, inandırıcı birkaç özür sıralarsa cezası hafif olurdu. Ama özrü suçundan büyük olanlar, yalan da olsa suçunu hafifletecek bir bahane uydurmayanlar, uyduramayanlar, uydurmaya bile üşenip dayağı tercih edenler, öğretmen kendisini aşağılar, hırpalarken arada kaş göz işareti yapıp sınıfı güldürenler, bir yandan beceriksiz yalanlar kıvırıp, bir yandan da “Bir daha yalan söylemeyeceğim öğretmenim” diye içtenlikle yeminler edenler, dayak ve aşağılanmadan kan ter içinde kalmışken, işkencelerini daha da artıran bir başka yanlışı kapana kısılmış bir hayvan gibi bilmeden yapanlar bana insanlık ve hayat hakkında bütün Hayat Bilgisi kitaplarından ve Sınıf Bilgisi dergilerinden daha derin şeyler öğretirlerdi.
Bazan tertipli, hoş ya da kırılgan haline uzaktan sevgi duyduğum bir kızın bu aşağılanma ve özür anlarında yüzünün kıpkırmızı olduğunu, gözünde yaşlar biriktiğini gördüğümde onun kurtulmasını isterdim. Teneffüslerde bana da eziyet eden o sarı saçlı, şişko çocuğun konuştukça battığını, battıkça tokat yediğini gördüğümde olayı kalpsizlikle zevk alarak seyrederdim. Umutsuzca aptal ve duyarsız olduğuna karar verdiğim kara kuru, sessiz ve gururlu bir çocuğun öğretmeni çileden çıkaran direnişinin nedenini çözemediğimde, çocuğun gözlerinden yaşlar akarken, öğretmenle öğrenciye aynı anda hak vermekten yorulurdum. Bazı öğretmenler tahtaya çektikleri öğrencinin bilgisini sınamadan çok cehaletini sergileyip aşağılamaktan ne kadar hoşlanırsa, bazı öğrenciler de durumu idare edip kurtarmaktan çok, aşağılanmaktan daha çok hoşlanır gibi davranırlardı. Bazı öğretmenler bir defterin yanlış renkli bir kâğıtla kaplandığını gördüklerinde kudurur, bazıları başka zamanlar hiç aldırmadıkları küçük bir fısıldaşmaya bir tokatla karşılık verir, bazı öğrenciler cevabını bildikleri basit bir soru karşısında gözleri araba lambasına yakalanmış tavşan gibi donup kalır, bazıları da –en çok onları takdir ederdim– cevabı bilmeseler de bildikleri bir şeyi iyi niyetle anlatırlardı.
Kimi zaman azarla ya da defterlerin, kitaplarn fırlatılmasıyla başlayan bu korkutucu anlarda, bütün sınıfta başka tek çıt çıkmazken başına böyle aşağılamalar gelmeyen talihlilerden olduğum için şükrederdim. Sınıfın üçte biri bu ayrıcalıklılardandı. Yoksulla zenginin aynı sınıfta okuduğu bazı devlet okullarının tersine bu özel okulda sürekli aşağılananlarla hiç hırpalanmayan talihlileri ayıran gizli çizginin öğrencinin zenginliği ya da fakirliğiyle ilgisi yoktu. Okula alışıp çocuksu bir kardeşlikle teneffüslerde koşturup oynarken mutlulukla unuttuğum ve ruhumun da reddettiği bu gizli çizgi, öğretmen kürsüdeki yerine bir iktidar anıtı gibi yerleşince birden ortaya çıkıverirdi ve ben de bu dayak ve aşağılama anlarında basit ama güçlü bir merakla bazıların neden öyle daha tembel, onursuz, iradesiz, duyarsız, kafasız ya da işte “öyle” olabildiklerini kendime sorardım. Ama hayatın karanlığına ve sınıf arkadaşlarımın ruhlarına açılan bu soruya ne o sırada okumaya başladığım ve kötülerin hepsinin çarpık ağızlı çizildiği resimli romanlar, ne de çocuksu sevgilerim de cevap verir, ben de soruyu unuturdum. Okul denen yer temel soruları cevaplamaz, onları hayatın gerçeği olarak benimsememize yarar. Bu yüzden parmağımı kaldırıp kendimi çizginin daha rahat ve huzurlu tarafına atmaya lise yıllarına kadar özen gösterdim.
Gene de okulda öğrendiğim asıl şeyin hayatın sorgulanmayan “gerçeklerini” kabul etmek değil, onlarla büyülenmek olduğunu sezerdim. İlk yıllarda olur olmaz bahanelerle, ikide bir öğretmen dersin ortasında bize bir şarkı söyletmeye başlardı. İngilizce, Fransızca sözlerini anlayamadığım, sevmediğim bu şarkıları söylüyormuş gibi yaparken –bu şarkılardan uyarlama “Bekçi baba, bekçi baba, bayram geldi düdük çal” gibi– sınıf arkadaşlarımı seyretmekten hoşlanırdım. Yarım saat önce defterini gene evde unuttuğu için gözyaşı döken, kısa boylu tombul çocuk şimdi ağzını kocaman aça aça mutlulukla şarkı söylüyor olurdu. Uzun saçlarını ikide bir kulaklarının arkasına atan kız, şarkının ortasında gene aynı jesti yapardı. Teneffüste koridorlarda beni kovalayan şişko haydutlardan biriyle, onun daha sinsi, zeki ve bütün alçaklığına rağmen gizli çizginin benim tarafımda kalacak kadar ihtiyatlı akıl hocası şimdi meleksi bir ifadeyle müziğin bulutları arasında kaybolmuş gitmişler. Tertipli kız şarkının ortasında kalem kutularının, defterlerinin yerini bir daha denetler, bahçeden sınıfa giderken ikişerli sıra olmak için “Eşim olur musun?” diye her soruşumda yalnızca sessizce elimi tutan çalışkan zeki kız şarkıyı daha iyi söylemek için dikkat kesilir, imtihanlarda kimse bakmasın diye kâğıdına emzirdiği bebek gibi kapanarak sarılan pinti ve şişko oğlan hiç kimseye açmadığı gövdesini açar gibi hareketler yapardı. Her gün dayak yiyen umutsuz salaklardan birinin de istekle şarkıya katıldığını, hınzırın tekinin öndeki kızın saçını çektiğini, ikide bir ağlayan kızın şarkıyı dikkatle söylerken pencereden dışarı baktığını gördüğümüzde biz de kırmızı at kuyruklu kızla bir an birbirimizin gözlerinin içine bakar, gülümserdik. Hiç anlamadığım şarkının lay la lay la lay lay lay kısmına gelince ben de neşeyle herkesin yükselttiği sese katılır, sonra pencereden dışarı bakarken, biraz sonra, biraz sonra zilin çalacağını, bütün sınıfın bir anda bir uğultuyla paltolarına, çantalarına sarılacağını ve bir elim çantamda bir elim beni ve ağabeyimi üç dakikalık uzaklıktaki eve geri götüren kapıcının kocaman elindeyken sınıftaki bütün bu insanlıktan yorgun olacağımı, ama annemi göreceğim diye de adımlarımı hızlandıracağımı hayal ederdim.
Orhan Pamuk / ( Kitap-lık Dergisi, Sayı:65, Kasım 2003)
albatroslar
Anlamayacak olanlara söyleme sakın/Bilebileceğin en güzel şeyleri
Okul
Eylül 06, 2008
Hrant Dink Yazısı
Ocak 22, 2007
Perihan Mağden
20/01/2007
Şimdi izin ver, izin verin, karmakarışık bir yazı yazayım.
Ne bileyim iki saattir mi ne bi yandan ağlayıp bi yandan bağıran birinin yazısı. Olsun.
Karşımda televizyon açık. Telefonum çaldığında açıp bağıra ve çağıra oraya buraya saydırıyorum. Pardon, demeç veriyorum.
Sonra arada Osmanbey'de Agos'un önünde birikmiş kalabalığı ve senin yerde, taşlarda yatan cesedini gösteriyorlar Hrant Dink.
O zaman da sessiz sessiz ağlıyorum.
Yakışıklı bi adamdın. İyi bi adamdın. Çok iyi bi adamdın. Üstüne kâğıt örtmüşler, orda yatıyor olmana dayanamıyorum.
En çok ölümünün 'bile bile lades' olmasına. 'Perşembenin gelişinin çarşambadan belli' olmasına. Tüm o lanet klişelerine, bu klişeleri topaçlayanların, tüm o Öngörü Kadınların ve Adamların en düşük, en belirgin, en akılcı, en hunhar, en hain öngörülerinin çıkmış olmasına-
Hadi bas bas bağırarak söyleyeyim: SENİ KURBAN VERMİŞ OLMAMIZIN AĞIRLIĞINA DAYANAMIYORUM. Dayanamıyorum.
Ağbi sen ne iyi bi adamdın. Ne efendi ve temiz ne cesur ve net ne özü sözü bir ne iyi, ne iyi, ne adanmış, ne helâl bi adamdın Hrant Dink.
Bi kere benden çok daha Türktün. Hakiki bir Anadolu evladı (kelimenin iyi anlamıyla) hakiki bir yurtsever- bu toprakları, bu milletleri, bu insanları nasıl sever, nasıl düzgün sever, nasıl yürekli, koca yürek bir adamdın.
Diyelim sen rahatça yurtdışına yerleşebilirdin. Ordan Türkiye'ye serbest atışlarla- bakarlardı yani sana. Ama sen hiç öyle korkak bi fare olmadın. Bi oportünist olmadın. Bi tacir, bi artist, bi buz patinajcısı olmadın.
Sen kelle koltukta dolaşıyordun. Elini ve de yüreğini taşın altına sokuyordun. Sen hakikat serumu gibi; sahtekârlığı/adiliği/ikiyüzlülüğü şiar edinmişlerin topraklarında, BU topraklarda, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamadan, bildiğin ve inandığın doğruları haykırıyordun.
Senin doğruya doğru, eğriye eğri diyen sesine katlanamadılar Hrant Dink. Seni boynundan kurşunladılar. Senin sesini sonsuza dek sonladılar. Bu topraklarda cesur ve dürüst ve iyi bir insanın yaşayabilme ihtimalini de.
O ihtimali de, her birimiz için, her birimizin gözünün içine baka baka vurdular, kurşunladılar, kastettiklerini ispatladılar.
Sesini ilk kez o meşum mahkemeden sonra telefonda duydum. O kadar efendi ve kibardın ki, ben tüm kibar insanların bende yarattığı ezilme hissine gark oldum. Mahkememe gelmiştin. Kapıda Linç Kalabalığı'nı görünce, provokasyona mahal vermemek için içeri girmemiş, gitmiştin. İşte bu nedenle (beni korumak için yani) mahkememde yanıbaşımda bulunamadığın için (beni koruyamamış olmaktan) özür diliyordun.
İyiliğin karşısında unufak olmuştum. Seni 'Hayran Olduklarım' Müzemde en başlara koymuştum. Adın geçtiğinde içim aydınlanıyordu. Mahkeme kapılarında avukatların bile itilip kakılırken, yazdığın o vatansever yazı inadına/inatla/zorla yanlış yorumlanıp sana altı ay verdiklerinde filan, sana yapılanlardan BU memleketin bir kişisi olarak derin mi derin bir utanç duyuyordum.
Senin hayatını aldıklarında utanç ve kahrımdan katılmama daha varmış. Daha sana neler yapacaklarmış! Seni YOK edeceklermiş. Buraları için fazla iyi ve güzel ve doğru ve cesurmuşsun. Sana kıyacaklarmış. Seni kurban edeceklermiş. Daha varmış.
Sonra bir ay kadar önce İHD'nin bir toplantısında aynı masanın iki ucuna oturuyoruz konuşmacı olarak. Ben hani çok çok şakacı bir insanım ya "Bu memleketin bir Ermeni meselesi yoktur, bir Hrant Dink meselesi vardır" diyorum durumu özetlemek için.
Diğer konuşmacılar gülüyorlar, salondakiler gülüyorlar, sen şaşırmış ama gülümsüyorsun.
Ermeni cemaatindekiler seni beğenmediler, Patrikhanedekiler seni beğenmediler, Diasporadaki kokozlar seni beğenmediler.
E, bi takım güçler hiç beğenmediler.
Son yazında aldığın tehditlerden ve Derin Güçler'den söz ediyorsun. Ben de Derin Bağımlılar demek isterim onlar için.
Ucu bucağı olmayan güçlerine, denetimsiz şartsız işlerine, kayıtsız şartsız varlıklarına o denli Bağımlılar ki, bu pozisyonlarını tehdit edecek her nevi muhalif sesi susturmaya yeminliler. Her nevi hakiki demokrasi talebi onların dinlerine imanlarına küfür, anlaşılan.
Anlıyorduk. Anlıyoruz.
Ben inan epey bi zamandır (bunca provalamanın ardından) bir suikast bekliyordum.
Suikast? Ne soğuk, ne mesafeli bir kelime. Seni kurban ettiler iyi insan. Sen ömrümde tanıdığım en temiz ve iyi insanlardan biriydin.
Bunu söylemeye dilim varmıyor ama buralara fazla geldin. Elleri kolları kırılsın. Güçleri kurusun. Sana kıyanlara değil, sana kıydıranlara kinim bitmeyecek.
Seni seviyoruz.
Kurtla Köpek
Haziran 25, 2006
Ana Sayfa
...
Ahbaplığa dökmüş , biraz da pöh pöhlemiş:
-İyi ense yapmışsınız maşallah! Demiş.
-Sizin de elinizde bayım, demiş köpek,
Benim gibi beslenmek.
Bırakın şu ormanları , beni dinleyin.
Yaşamak değil bu sizlerinki.
Hep böyle sefil, perişan, serseri,
Açlıktan ölmek hepinizin kaderi.
Nedir bu canım,
Ne rahat uyku, ne rahat lokma,
Herşeyiniz can pahasına.
Gelin benimle de dünya varmış deyin.
Kurt sormuş:
-Orda işim ne olacak benim?
-Hiç canım, demiş Çomar,işten değil:
Fakir fukaraya saldırmak,
Evin adamına kuyruk sallamak,
Efendine hoş görünmek, hepsi bu kadar.
Buna karşı yağlı gündelik;
Bütün artıklar senin:
Tavuk kemiği mi istersin,
Güvercin, bıldırcın kemiği mi istersin!
Üstelik sırtın okşanır sabah akşam.
Kurdun ağzı kulaklarına varmış
Gözleri dolmuş sevinçten.
Tutmuş yolu giderlerken
Kurt, köpeğin boynunda bir iz görmüş çepeçevre.
-Bu da nesi? Demiş.
-Hiiç, demiş köpek.
-Hiç ama ne?
-Değmez söylemeye, nenize gerek?
-Söyleyin canım, merak ettim.
-Tasmanın yeri olacak;
Hani bağlıyorlar ya arada bir...
-Ne? Bağlıyorlar mı? Demiş kurt;
Öyleyse her istediğiniz yere gitmek yok!
-Her zaman yok, ama ne çıkar bundan?
-Ne mi çıkar? Bundan çıkar ne çıkarsa!
Sizin olsun eti de, kemiği de;
Dünyaları verseler, yokum bu işte.
Böyle demiş kurt çelebi, der demez de çekip gitmiş.
Gidiş o gidiş.
La Fontaine
Çev:Sabahattin Eyuboğlu
Ölüm Sevgisi ve Yaşam Sevgisi
Haziran 17, 2006
'' Yaşam sevgisinin gelişmesi için gerekli koşullar:
1.Bebeklikte başkalarıyla sıcak ve şefkat dolu ilişkiler.
2.Özgürlüğü tadma.
3.Tehditlerden uzak olma.
4.İçte uyum ve güç yaratan ilkelerin, örgütlerle değilde örneklerle öğretilmesi.
5.Yaşama sanatını öğretecek bir önder.
6.Başkalarının yarattığı uyandırıcı etkiyle buna gösterilen canlı tepki; sonra gerçekten ilginç bir yaşam biçimi.
Ölüm sevgisini geliştiren faktörler:
1.Ölümü seven insanların arasında yetişmek.
2.Uyarılardan yoksun olmak.
3.Korku duymak.
4.Yaşamı tekdüze sıkıcı kılan koşullar.
5.İnsanlar arasında ,insanca belirlenen ilişkilerin yerine , mekanik bir düzenin bulunması.
Kaynak:Erich Frommm/Sevgi ve Şiddetin Kaynağı/Payel Yayınları.
Atinalı Timon
Haziran 11, 2006
Oyunu Adı: Atinalı Timon
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu
TIMON – Sevgili dostlarım, oturmaz mısınız? (...) Herkes sevgilisini öpmeye koşar gibi geçsin yerine. Hepiniz tıpatıp aynı şeyi yiyeceksiniz. Resmi bir ziyafetteymiş gibi yer seçmekle oyalanıp yemeği soğutmayın. Oturun, oturun! Ama tanrılara şükran borcumuzu ödeyelim önce.
Ey yüce koruyucularımız; bu topluluğumuzdaki yüreklere şükran duyguları serpin. Çünkü sizler, bizlere verdiklerinizle yücelttiniz kendinizi, ama varınızı yoğunuzu da vermeyin, yoksa tanrılığınız hor görülür. Herkese yetecek kadar verin ki, kimse kimseye muhtaç olmasın. Çünkü siz tanrılar, insanlardan borç istemek zorunda kalsanız gözlerinden düşersiniz. Yiyecekleri yemeği yedirenden daha çok sevdirin insanları. Yirmi kişilik bir toplantıda bir o kadar da alçak bulunsun her zaman. Bir sofraya oturan on iki kadının bir düzinesi o bildiğiniz soydan olsun! Ey tanrılar, ne kadar lanetiniz daha kaldıysa yağdırın Atina'nın senatörleri ve aşağılık çirkef sürüleri üstüne! İçlerindeki çamura boğun onları! Buradaki dostlarıma gelince, hiçe saydığım için hepsini, hiçlik dilerim hepsine sizden, buyursun hiç yesinler!
Açın tabaklarınızı, köpekler, açın da yalayın!
(...)
Dilerim görüp göreceğiniz en iyi ziyafet olsun bu!
Sizi gidi ağız dostları sizi!
Duman ve ılık su; tam sizin şanınıza layık işte.
Timon'un son yemeği budur size.
Yıkayıp temizliyor işte kendini Timon
Üstüne pul pul yapışan dalkavukluğunuzdan;
Savuruyor işte böyle suratınıza
Vıcık vıcık alçaklığınızı.
Herkesin lanetleriyle yaşayın, uzun uzun hem de;
Sizi sırıtkan, yapışkan, iğrenç sömürgenler sizi!
Para budalaları, sofra sülükleri, iyi gün sinekleri!
Süklüm püklüm uşaklar, uçarı dumanlar, kalleş kuklalar!
Bütün insan ve hayvan hastalıklarına tutulasıcalar!
Ne o? Kaçıyor musun? Dur biraz; ilacını iç de öyle git!
Sen de! Sen de! Dur, para vereceğim, borç istemeyeceğim.
Ne o? Kaçış mı hep birden? Bundan sonra
Alçakları çağırmadan kurulmasın hiçbir sofra.
Yansın konağım! Atina yerin dibine batsın!
Bundan böyle Timon'un yüreğinde yeri olmasın
İnsanların, hiçbir insanın!
İmpovize Bir Sanatçı
Mayıs 31, 2006
Erol PARLAK /Sanatçı-araştırmacı
Bir ses ustası olarak da daha onun seviyesinde bir ses icracısı yok. Okuduğu her türkünün ruhuna inen, bir müzik cümlesinde üç-dört farklı ton kullanılabilen, müzik cümlesinin zorluğu ne derece olursa olsun hiçbir şekilde ses kaymalarının görülmediği tek insan.
Neşet Ertaş bir türküyü sesiyle, sazıyla, sözleriyle ve ezgisel yapılarıyla bir bütün olarak ele alıp adeta bir ses mühendisi gibi en ince noktasına kadar irdeleyen, bunların içindeki aksayan yönlerini giderebilen ve kendi yorumunda çok içten, çok sıcak ve duygulu ifade edebilme başarısını gösterebilen ender bir yorumcudur. Yöresinin kendinden evvelki bütün ezgilerini bu anlamda ele almış ve onları yeni baştan inşa etmiştir. Kenarda köşede kalmış küçük ezgileri bile Neşet Ertaş görkemli türkülere dönüştürmüştür. Bir türkü yakıcısı olarak da Neşet Ertaş, geleneği, Anadolu edebiyatını, arı Türkmen dilinin tüm inceliklerini ve halkın duygularını çok iyi tanıması nedeniyle yeni üretimlerde de çok büyük mesafeler kaydeden bir türkü yakıcısıdır. Sanatsal halk müziğinin yeni yeni geliştiği ülkemizde, bugünkü virtüözlerin hepsi yöresel müzik yaparken, Neşet Ertaş sanatsal halk müziğine 40 yıl önce geçmiştir.
Bkzkaynak